Merhaba yatılılıkla ilgili yazdığım yazının devamıdır. İlkini
merak edenler Nisan ayındaki yazımı okuyabilirler.
Hayatım boyunca insanlara farklı ve ön yargılı davranmamaya
çalıştım elimden geldiğince. Bu ne demekti benim için; yeni tanıştığım insanlara
karşı bir duvar örmemek, olanı olduğu gibi kabul etmek
demekti.
İnsanların dilini, dinini, mezhebini, siyasi düşüncesini, mali
durumunu sorgulamadan kabullenmeyi elimden geldiğimce yapmaya çalışıyorum. Peki
ben bunu nerede öğrendim?
Yatılı okumanın getirisi idi bu. 20 farklı çocukla 11
yaşından itibaren bir koğuşta kalmanın bize öğrettiği en muhteşem şeylerden
biriydi bence. Öncelikle kocaman bir aile idik biz. 20 yakın dost, kan kardeşi,
yeri gelince can yoldaşı, kanka, en iyi arkadaş, abla idik.
Her şeyimizi paylaşırdık biz.Yiyeceğimizi, içeceğimizi, kıyafetlerimizi , spor derslerinde giydiğimiz eşofmanları da.
Her şeyimizi paylaşırdık biz.Yiyeceğimizi, içeceğimizi, kıyafetlerimizi , spor derslerinde giydiğimiz eşofmanları da.
İçlerimizde maddi durumu çok iyi olanlar, çok kötü olanlar,
ateistler, inançlılar, solcular, dini mezhebi farklı olanlar vardı. Okul dışında
türbanını takan da vardı, Ermenisi de Çerkezi de.Hiçbir zaman sorgulamadık biz
dinimizi, milliyetimizi. Gerek de yoktu zaten.
Gri ranzalarımız ve dolaplarımız vardı, içlerine tek kişilik
dünyalarımızı sığdırmaya çalıştığımız.
Etüt denen bir çalışma sistemi vardı.Sabahları ve akşamları
ders çalışmak zorunda olduğumuz. Özel ders almaya ihtiyacımız olmadı hiç. Çünkü
etütlerde soru soracak arkadaşlarımız ve
belletmen öğretmenlerimiz vardı
Okuldan kafamıza göre dışarı çıkamazdık.Yazılı izne tabi idi
dışarı çıkmalarımız. Belletmen dediğimiz yatılı öğretmenlerimizden izin kağıdı alırdık,
üzerine giriş ve çıkış saatlerimiz yazılı olurdu. Danışmaya gösterir öyle
çıkardık dışarı.Özgürlüğümüz, istisnai bir durum yok ise, en fazla 45 dakika olurdu. İzin bitiminde,
kendimizi, izin aldığımız belletmene gösterirdik ki geldiğimiz
anlaşılsın.
Daimi yatılı okuyan biri olarak sadece veli toplantılarında
içim burkulurdu biraz, herkesin velisi gelirdi, benim gibi ailesi uzak olanların velileri
gelemezdi. Biz de yakın arkadaşlarımızın ailelerinden rica ederdik durumlarımızı
öğrenmelerini.
O vakitler cep telefonları yoktu tabii.İletişimin tek
kaynağı okul girişinde bulunan danışmadaki telefondu. Oldum olası anonsları o
yüzden sevmem belki de.Telefon geldiğinde ismimiz ve soyadımız telefonunuz var
diye anons edilir, telefon açan kişiye; anonsun yapıldığı ve on dakika sonra tekrar
telefon etmeleri söylenirdi.Tabi bizim gibi küçük veletlerin anonsu duyup üst
sıradaki ranzadan atlayıp üstüne çeki düzen vererek binadan çıkması ve genelde
koşarak danışmaya ulaşması en az on dakika sürerdi.
Biz telefon etmek istediğimizde ise önce jetonlu daha sonra
telefon kartına dönüşen telefonlar vardı.Kimse bilmezdi yatılılardan başka, o
telefonların dışarıdan da o zamanlar aranılabilir olduğunu. Babam her memlekete
gittiğimde bir poşet jeton verirdi bana. Ufak jetonlar İstanbul içi aramalar, orta
boy ise şehir dışı aramalar için kullanılırdı.
Hafta sonu okulda kalıp çok sıkıldığımda telefon defterimden
bütün sınıf arkadaşlarımı alfabetik sıralamaya göre arardım. Telefon sıraları
olurdu, herkes konuşabilsin diye kimse uzun uzun konuşmazdı telefonda.
Tuvalet ve banyolar tahmin edebileceğiniz üzere ortaktı,
yeri gelir biz temizlerdik.
Daha sonraki yıllar, çamaşır makinesi alındığında, o velet
halimle dünyanın en mutlu insanı olmuştum.
Benim gibi erken uyuyanlar, sabah uyandığında önceki gecenin muhabbetine dair yapılan
esprileri anlamaz ve suratımız düşerdi, beklerdik ki birileri bize açıklasın. O
vakitler radyo programları da yeni başlamıştı. Baş başa yatılan ranzalarda
kulaklıklar hep paylaşılırdı.
Televizyon odamız vardı, bir kanepeye sıkışıp Pazar
akşamları parliament sinema gecelerini izlediğimiz.