30 Temmuz 2013 Salı

Bir hayat okulu: Yatılılık bölüm 2


Merhaba yatılılıkla ilgili yazdığım yazının devamıdır. İlkini merak edenler Nisan ayındaki yazımı okuyabilirler.
Hayatım boyunca insanlara farklı ve ön yargılı davranmamaya çalıştım elimden geldiğince. Bu ne demekti benim için; yeni tanıştığım insanlara karşı  bir duvar örmemek, olanı olduğu gibi kabul etmek demekti.
İnsanların dilini, dinini, mezhebini, siyasi düşüncesini, mali durumunu sorgulamadan kabullenmeyi elimden geldiğimce yapmaya çalışıyorum. Peki ben bunu nerede öğrendim?
Yatılı okumanın getirisi idi bu. 20 farklı çocukla 11 yaşından itibaren bir koğuşta kalmanın bize öğrettiği en muhteşem şeylerden biriydi bence. Öncelikle kocaman bir aile idik biz. 20 yakın dost, kan kardeşi, yeri gelince can yoldaşı, kanka, en iyi arkadaş, abla idik.

Her şeyimizi paylaşırdık biz.Yiyeceğimizi, içeceğimizi, kıyafetlerimizi , spor derslerinde giydiğimiz eşofmanları da.
İçlerimizde maddi durumu çok iyi olanlar, çok kötü olanlar, ateistler, inançlılar, solcular, dini mezhebi farklı olanlar vardı. Okul dışında türbanını takan da vardı, Ermenisi de Çerkezi de.Hiçbir zaman sorgulamadık biz dinimizi, milliyetimizi. Gerek de yoktu zaten.
Gri ranzalarımız ve dolaplarımız vardı, içlerine tek kişilik dünyalarımızı sığdırmaya çalıştığımız.
Etüt denen bir çalışma sistemi vardı.Sabahları ve akşamları ders çalışmak zorunda olduğumuz. Özel ders almaya ihtiyacımız olmadı hiç. Çünkü etütlerde soru  soracak arkadaşlarımız ve belletmen öğretmenlerimiz vardı
Okuldan kafamıza göre dışarı çıkamazdık.Yazılı izne tabi idi dışarı çıkmalarımız. Belletmen dediğimiz yatılı  öğretmenlerimizden izin kağıdı alırdık, üzerine giriş ve çıkış saatlerimiz yazılı olurdu. Danışmaya gösterir öyle çıkardık dışarı.Özgürlüğümüz, istisnai bir durum yok ise,  en fazla 45 dakika olurdu. İzin bitiminde, kendimizi, izin aldığımız belletmene gösterirdik ki geldiğimiz anlaşılsın.
Daimi yatılı okuyan biri olarak sadece veli toplantılarında içim burkulurdu biraz, herkesin velisi gelirdi,  benim gibi ailesi uzak olanların velileri gelemezdi. Biz de yakın arkadaşlarımızın ailelerinden rica ederdik durumlarımızı öğrenmelerini.
O vakitler cep telefonları yoktu tabii.İletişimin tek kaynağı okul girişinde bulunan danışmadaki telefondu. Oldum olası anonsları o yüzden sevmem belki de.Telefon geldiğinde ismimiz ve soyadımız telefonunuz var diye anons edilir, telefon açan kişiye;  anonsun yapıldığı ve on dakika sonra tekrar telefon etmeleri söylenirdi.Tabi bizim gibi küçük veletlerin anonsu duyup üst sıradaki ranzadan atlayıp üstüne çeki düzen vererek binadan çıkması ve genelde koşarak danışmaya ulaşması en az on dakika sürerdi.
Biz telefon etmek istediğimizde ise önce jetonlu daha sonra telefon kartına dönüşen telefonlar vardı.Kimse bilmezdi yatılılardan başka, o telefonların dışarıdan da o zamanlar aranılabilir olduğunu. Babam her memlekete gittiğimde bir poşet jeton verirdi bana. Ufak jetonlar İstanbul içi aramalar, orta boy ise şehir dışı aramalar için kullanılırdı.
Hafta sonu okulda kalıp çok sıkıldığımda telefon defterimden bütün sınıf arkadaşlarımı alfabetik sıralamaya göre arardım. Telefon sıraları olurdu, herkes konuşabilsin diye kimse uzun uzun konuşmazdı telefonda.
Tuvalet ve banyolar tahmin edebileceğiniz üzere ortaktı, yeri gelir biz temizlerdik.
Daha sonraki yıllar, çamaşır makinesi alındığında, o velet halimle dünyanın en mutlu insanı olmuştum.
Benim gibi erken uyuyanlar, sabah uyandığında  önceki gecenin muhabbetine dair yapılan esprileri anlamaz ve suratımız düşerdi, beklerdik ki birileri bize açıklasın. O vakitler radyo programları da yeni başlamıştı. Baş başa yatılan ranzalarda kulaklıklar hep paylaşılırdı.
Televizyon odamız vardı, bir kanepeye sıkışıp Pazar akşamları parliament sinema gecelerini izlediğimiz.
Bu kadar farklı çocuğun yaşadığı, güzel hikayelerin olduğu  bir yatakhane sizce de Türkiye'nin bir mozaiği değil midir? Hep paylaşmak ve görmek istediğimiz, ne dersiniz?

Hiç yorum yok: